No products in the cart.
Tarih boyunca, sanat ve mimarinin siyasi bir çizgi izlediği inkar edilemez. Antik Yunan’dan günümüze kadar arkeolojik kalıntıların da gösterdiği gibi, sanat ve mimarlık devletlerin güçlerini sergilemek için kullandıkları araçlar olmuştur. Bu yapılar, diğer devletlere veya gelecek nesillere bir mesaj göndermek ya da kitleleri kontrol etmek için seçilmiştir. Örneğin, Gotik döneminde, Kilise, nüfusunun uzaklaşmaya başladığını fark edince otoritesini yeniden tesis etmek amacıyla görkemli katedraller inşa etmiştir.
Hükümetler ve üst sınıflar gibi dominant güçler, insanları istedikleri yöne yönlendirmek için çeşitli araçlar kullanabilirler. Orwell’in “1984” romanındaki gibi her yerde fiziksel kameraların olmaması insanların her an gözetlenmediği anlamına gelmiyor. Bir güç simgesi olarak yaratılan bir anıt bile, kitleleri harekete geçirme veya bastırma potansiyeline sahiptir.
Ayrıca, bu gibi araçlarla toplumların yavaş yavaş sindirildiğine inanıyorum. Sermaye sahibi olmayan veya yöneten sınıfın dışında kalan insanlar eylemden uzaklaştıkça, baskıcı sınıfların güçleri artar. Bu durumu, Gramsci’nin “hegemonya” kavramıyla açıklayabiliriz. Gramsci’ye göre, “bu hegemonik güç sistemi, kitleleri kontrol altında tutmak için gereken ‘zor kullanma’ miktarının, onların gösterdikleri ‘rıza’ derecesine bağlı olarak azaltılmasıyla tanımlanıyor.” Bu sistem içindeki kontrol mekanizmaları, yönetici sınıfı destekleyen entelektüeller tarafından taşınan ideolojilerle dokunmuş, sömürülen sınıfların uyum içinde olmasını sağlayan geniş bir kültürel kurumlar ağı (okullar, kiliseler, gazeteler, partiler, dernekler) yaratıyor.
Belki de bu yüzden,19. yüzyılın başlarında ortaya atılan ütopyacı sosyalizm, Marx’ın fikirleri somut ve bilimsel bir şekilde ortaya konulana kadar işçi sınıfı arasında yeterince destek bulamadı. Bir devrim gerçekleşmeden önce, ütopyacı fikirler işçi sınıfının sınırlı imkanları ve yoksulluklarına barışçıl bir şekilde çözüm sunamadı. Ancak ilginç bir şekilde, 18. yüzyılın sonundan beri düzenlenen evrensel sergilerde de işçilerin konutlarını iyileştirme fikirleri sergilendi. Ama sosyal politikaların geliştirilmesi ve işçilerin daha iyi konutlarda yaşaması gibi gözükse de aslında bunlar sermaye sahipleri için bir araçtı. Bu sosyal politikaların geliştirilmesi, esasen kapitalist sınıfa daha verimli bir işgücü sağlama çabasıydı. Nitekim, 19. yüzyıldaki Paris Evrensel Sergisi’nde işçi konutları tam da bu amaçla sergilendi.
Sergiler ve müzeler de, Gramsci’nin belirttiği okullar, gazeteler ve dernekler gibi insanların kontrolünde önemli araçlar olarak eklenebilir. Kültürel araçlar, kamuoyunu harekete geçirir ve istenen şekilde hareket etmeye yönlendirir. Bu durumu, günümüzde sosyal medyanın kitleleri nasıl kontrol ettiğine benzetebiliriz.
Savaş müzeleri de aslında sergileme yolu aracılığıyla düşünce empoze etmeye iyi bir örnek. Eğer bir savaşın iki karşıt tarafının anıtsal müzelerini ziyaret ederseniz, her iki tarafın da eylemlerini haklı çıkaracak eserleri nasıl sergilediğini kolayca görebilirsiniz.
Daha önce belirttiğim gibi, Gotik katedraller halkın önüne görsel mesajlar koymak için kullanılırken, modernleşme döneminde Paris’teki veya Britanya’daki evrensel sergi binaları, sanayinin o dönemdeki yeni ‘din’ olduğunu aşılamayı hedeflemiştir. İngiltere’nin Crystal Palace’ı devrim niteliğinde mimarisiyle sanayi devriminin imkanlarını bir yapı düzleminde gözler önüne sunuyordu. O zamana kadar görülmemiş büyüklükte transparan bir bina… İçinde sergilenenler ise o dönemin düşüncelerini anlamamız için bazı ipuçları veriyor tabii bize. Sergi ögesi olarak o dönemde sanayi devrimini yapan Avrupalı üstün insanların “ilkel insanlar” olarak nitelendirdiği “etnik topluluklar” kullanılmıştı. Kendi “seçilmiş” statülerini kanıtlamak için daha “ilkel” hayatlar yaşayan köleleştirdikleri toplulukları sergiliyorlardı.
Daha sonraki bir dönemde ise bu fenotipe dayalı “üstün insan” tabirini anıtsal mimarisi ile kendini ve devletini kanıtlamaya çalışan Adolf Hitler’de görüyoruz. Onun Almanya’sının mimarisi güçlü, insan ölçeğini ezecek düzeyde heybetli ve didaktikti. Düşüncesini insanlara empoze etmek için kendi halkını Nietzsche’nin hatta daha eskiye gidersek Goethe tarafından üretilen “übermensch (üstün insan)” olarak tanımladı. Ancak Goethe’nin dediği gibi, “önemli olan gerçek bir insan olmaktır – mensch.”
Dahası, dünya sergileri sırasında farklı ülkelerin pavyonları aslında bir modernleşme yarışıydı. Örneğin, Türkiye’nin 1958 Brüksel Evrensel Sergisi’ndeki pavyonu, uluslararası alanda modernleşme çabalarını sergilemekteydi. Benzer şekilde, aynı sergide Yugoslavya’nın pavyonu, Avrupa tarafından geri kalmış olarak değerlendirilmesine rağmen, sosyalist ülkenin ne kadar modern olduğunu göstermeye yönelik bir çabaydı. Kısacası, küçük veya büyük ölçekli olsun, görsel sanatlar ve mimari, fikirleri iletmek için beklenenden çok daha güçlü araçlar olduğunu söyleyebiliriz. Eiffel Kulesi yüksekliği nedeniyle bir güç sembolü haline geldiği gibi, Burj Khalifa da daha sonra Birleşik Arap Emirlikleri’nin uluslararası gücünü sergilemek için inşa edildi. Bu bağlamda, İstanbul’un radyo kulesi de tasarımından ziyade yüksekliği nedeniyle haberlerde bir konu olduğunu gördük. Son olarak, Olimpiyatlar gibi etkinlikler için inşa edilen stadyumlar veya açılış törenlerinde sunulan görsel gösteriler de ülkelerin birbirlerine kendilerini kanıtlamanın bir parçasıdır.
Sonuç olarak, tarih boyunca görsel sanatlar ve mimari, hükümetler tarafından yalnızca fiziksel olarak egemenliklerini pekiştirmek için değil, aynı zamanda ideolojik ve kültürel olarak da kitleler arasında fikirlerini yaymak için kullanılan en güçlü araçlardan biri olmuştur. Bu araçlar sadece gözlem ve kontrol mekanizmaları değildir; aynı zamanda Gramsci’nin hegemonyasından bakarsak, toplum tarafından sessizce kabul edilen ve içselleştirilen baskıcı kültürel sistemlerin de bir parçasıdır.