Modern Kentler: Geniş Bulvarlar, Daralan Hayatlar

Kent planlaması her zaman yalnızca fiziksel bir dönüşüm değil, aynı zamanda toplumsal ve sınıfsal ilişkilerin yeniden şekillendirilmesi anlamına geliyor. 19. yüzyıl modernleşmesinin sembolü haline gelen Paris, bu dönüşümün en çarpıcı örneklerinden biri olarak öne çıkıyor. Baron Haussmann (1809-1891) tarafından yürütülen şehir planlama projeleri, Paris’i daha sağlıklı ve düzenli bir kent haline getirme iddiasıyla hayata geçirilirken, aslında kimin için daha yaşanabilir olduğu sorusunu da beraberinde getiriyor.

David Harvey, Paris, Capital of Modernity adlı eserinde Haussmann’ın geniş bulvarlarla Paris’i bir yaşam alanından çok, bir vitrin haline getirdiğini eleştiriyor: süslü caddeler, kuruvasan eşliğinde kahve yudumlanan burjuvanın gözdesi kafeler… Bu noktada, Baudelaire’in Yoksulların Gözleri şiirinde küçük bir çocuğun babasına Paris’in yeni bulvarlarında bulunan bir kafeyi işaret ederek söylediği şu sözler akla geliyor: “Burası bizim giremeyeceğimiz bir yer.”(Paris Sıkıntısı). Kentsel dönüşüm projeleri, sağlıklı bir kent yaratma amacının ötesinde, alt sınıfları kent merkezlerinden dışlamak için bir araç haline geliyor.

 

Bir Kış Sabahı Montmartre Bulvarı (Bulvar, Baron Haussmann tarafından planlanmıştır), Camille Pissarro, 1897

Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor adlı eserinde Paris’in geniş bulvarlarının yalnızca sosyal ayrışmanın mekânı olmadığını, aynı zamanda kamusal alanlara yeni bir boyut kazandırdığını söylüyor. Ona göre, Haussmann’ın açtığı bu bulvarlar, bireylerin bir arada olup yine de kendilerini özgür hissedebilecekleri bir ortam yaratıyor. Günümüzün modern şehir anlayışı aslında Paris’te doğuyor da diyebiliriz. Paris’in “aşıklar şehri” olarak anılmasının ardında, bu modern kamusal alanların sunduğu mahremiyet de bulunuyor. Büyük bulvarlar insanlar için gezi alanları yaratıyor. Aşıklar yan yana bu bulvarda uzun yürüyüşler yaparak kalabalığın içerisinde görünmez halegeliyor. Ancak, bu romantikleştirilen kent imgesi, işçi sınıfının yaşadığı gerçekleri göz ardı ediyor. Engels, The Condition of the Working Class in England adlı eserinde, Manchester ve Liverpool gibi sanayileşmenin ardından kurulan işçilerin yaşadığı ağır koşulları anlatıyor. Paris gibi sonradan sanayileşen veya sanayi kenti olarak kurulmuş şehirlerde işçiler için yaşam koşulları standartların altında tasarlanıyor. Bu şehirler, modernleşmenin sunduğu ihtişamın gölgesinde, keskin bir sınıf ayrımını ortaya koyuyor. İşçi mahalleleri, burjuvazinin yaşadığı bölgelerden ayrıştırılıyor ve kent içindeki mekânsal bölünme giderek derinleşiyor.

 

Industrial Landscape, 1955, L.S. Lowry Kaynak: https://www.tate.org.uk/art/artworks/lowry-industrial-landscape-t00111

Bu bağlamda, Freud’un “Civilization and its Discontents” eserinde ortaya koyduğu gibi, modern toplum bireyin içsel arzularını bastırırken, ekonomik düzenin dayattığı yapılar da bireyleri edilgen hale getiriyor. Kapitalizmin yarattığı modern kentler, bireyin sosyal ihtiyaçlarını ne kadar karşılıyor?

 

Bu dönüşümler yalnızca Batı Avrupa ile sınırlı kalmıyor. Çarlık Rusya’sında Petrograd’ın (St. Petersburg) kuruluşu sırasında işçi sınıfının korkunç koşullarda çalıştırılması, bu tür modernleşme projelerinin ardında nasıl bir sömürü düzeni olduğunu gösteriyor. Rusya, Batı’daki ülkeler gibi Sanayi Devrimi’ni yaşayamazken onlara ayak uydurmak adına kaynaklarını modern bir Avrupa şehrini sıfırdan kurmaya harcıyor. Kent planlaması, ekonomik ve politik iktidarın bir aracı olarak kullanılıyor.

 

 

Hungry years in Petrograd, Ivan Alexeyevich (1869-1947)

Türkiye’de de benzer süreçler yaşanıyor. Sanayileşmenin hızlandığı dönemlerde işçi konutları yerine gecekonduların yayılmasına göz yumuluyor. Bu ihmal, plansız kentleşmenin ve bugünün kronikleşmiş kent sorunlarının temelini oluşturuyor. Bu süreç, yalnızca altyapı eksiklikleriyle sınırlı kalmıyor; aynı zamanda sosyal dışlanmayı da beraberinde getiriyor. Seçim vaatleri ile gündeme gelen gecekondu mahalleleri, kentsel dönüşüm projeleriyle yok edilmeye çalışılırken, yeni yapıların kime hizmet ettiği sorusu yine cevapsız kalıyor.

 

Kentlerin geniş bulvarlarla yeniden düzenlenmesi, modernleşmenin yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda toplumsal bir mühendislik projesi olduğunu gösteriyor. Haussmann Paris’i inşa ederken, işçi sınıfını merkezin dışına itiyor. Engels, sanayi kentlerinde yaşanan bu ayrışmayı vurguluyor. Freud ise modern toplumun bastırılmış arzularla nasıl şekillendiğini tartışıyor. Tüm bunlar, şehirlerin yalnızca fiziksel planlar üzerinden değil, sosyal ve ekonomik ilişkiler doğrultusunda şekillendiğini gösteriyor. Modern kentler, bir yandan düzen ve estetik kaygılarla inşa edilirken, diğer yandan genişleyen caddelerin ardında daralan yaşamlar bırakıyor.

Facebook
LinkedIn
X (Twitter)
Telegram
WhatsApp
Pinterest
Email
Print

Working Hours

Not concerds with trends, only with good tastes

Mon-Fri................9-10
Sat-Sun................10-17

Or make a call: