No products in the cart.
Posta, telgraf ve telefon binaları, 20. yüzyılın ilk yarısında yalnızca hizmet mekânları değil, devletin modernleşme projelerinin sahneye çıktığı anıtsal yapılar haline geliyor. Türkiye’de erken Cumhuriyet dönemi (1923–1950) ile Yugoslavya’da Tito dönemi (1945–1980) bu açıdan dikkat çekici bir karşılaştırma sunuyor. İki farklı siyasi ideoloji, farklı coğrafya ve farklı tarihsel koşullara rağmen, iletişim yapıları her iki ülkede de modern devletin görünür yüzünü temsil ediyor.
Türkiye’de bu yapılar ulus-devlet kimliğinin inşasıyla ilişkilendiriliyor. Yugoslavya’da ise sosyalist modernizm ve bağımsızlık arayışı, iletişim yapılarında betona, anıtsallığa ve deneysel forma dönüşüyor. Karşılaştırmalı bakıldığında, aynı işlev farklı politik hedeflerin ve estetik tercihlerinin taşıyıcısı oluyor.
Cumhuriyet’in ilk on yılında Birinci Ulusal Mimarlık Akımı etkili oluyor. Selçuklu ve Osmanlı motifleri yeni kamu yapılarında yeniden hayat buluyor. Vedat Tek’in İstanbul’daki Büyük Postane binası ya da Ankara’daki Ulus Postanesi, bu yaklaşımın tipik örnekleri.
1930’larla birlikte yabancı mimarların davet edilmesiyle modernist yaklaşımlar öne çıkıyor. Bauhaus’un işlevselciliği ve Art Deco’nun sade dekoratif dili, postane ve telefon binalarına yansıyor. 1940’larda ise savaşın getirdiği milliyetçi atmosfer, İkinci Ulusal Mimarlık Akımını doğuruyor. Bu dönemde taş cepheler, simetrik planlar ve anıtsallık vurgusu öne çıkıyor.
İletişim yapıları daima merkezî yerlerde konumlanıyor. Ulus’taki postane, hükümet konağı ve banka yapılarıyla yan yana duruyor. İstanbul Sirkeci’deki Büyük Postane, tren garına yakınlığıyla haberleşmeyi ulaşım ağına bağlıyor. Böylece postane hem işlevsel hem de simgesel bir merkez oluşturuyor.
Türkiye’de bakanlık eliyle geliştirilen tip projeler Anadolu’da standartlaştırılmış postaneler üretiyor. Ancak Ankara gibi büyük kentlerde yarışmalar da görülüyor. Telefon santrali projeleri için açılan yarışmalar, modern teknolojinin prestij unsuru olarak görüldüğünü gösteriyor.
Bu binalar yalnızca hizmet vermiyor; Cumhuriyet’in “çağdaş uygarlık” hedefini somutlaştırıyor. Kemerler, kubbeler ve milli motifler geçmişe gönderme yaparken; elektrik, telgraf ve telefon gibi teknolojilerin mekânları geleceğin habercisi oluyor. Anıtsallık, yeni devletin sürekliliğini ve kudretini halka hissettirmeyi amaçlıyor.
1945–48 arasında Sovyet etkisiyle sosyalist realizm tercih ediliyor; Dom Sindikata gibi anıtsal yapılar bu dönemi temsil ediyor. 1948’den sonra Stalin’den kopuş, mimarlıkta da özgürleşmeyi getiriyor. 1950’lerle birlikte modernizm yeniden yükseliyor.
1960–70’lerde brütalizm Yugoslavya’da güçlü bir damar haline geliyor. Üsküp’te Janko Konstantinov’un tasarladığı merkez postane, heykelsi formu ve lotus benzeri kubbesiyle yalnızca işlevsel değil, aynı zamanda kentsel bir simge oluyor. Belgrad ve Zagreb’deki telekom binaları da brütalist estetiği kullanarak devletin gücünü ve teknolojik ilerlemesini görünür kılıyor.
Yugoslavya’da da postane ve telekom binaları kent merkezlerinde yükseliyor. Skopje’deki merkez postane, deprem sonrası yeniden doğan kentin kalbine yerleştiriliyor. Belgrad’da yeni kurulan Novi Beograd bölgesinde iletişim tesisleri, geniş bulvarların ve modern blokların parçası oluyor.
İlk yıllarda mimarlık sıkı devlet kontrolü altında ilerliyor. 1950’lerden sonra özyönetim modeli devreye giriyor. Her federal cumhuriyet kendi mimarlarını ve ofislerini öne çıkarıyor. Böylece tip projelerin yanına yerel yorumlar ekleniyor. Bu çeşitlilik, Yugoslavya’daki federatif yapının mimarlığa yansıması olarak okunuyor.
İletişim yapıları sosyalist modernizmin ideolojik vitrini oluyor. Betonun çıplaklığı eşitliği ve dürüstlüğü temsil ediyor; devasa kütleler bağımsızlık ve cesaret mesajı veriyor. Uydu istasyonları, postaneler ve telekom kuleleri yalnızca teknik altyapı değil, ulusal gurur nesneleri olarak kartpostallarda ve pullarda yer alıyor. Skopje postanesi ya da Prilike Uydu İstasyonu bu anlatının güçlü örnekleri.
Türkiye’de iletişim yapıları ulus-devlet kimliğiyle ilişkilendirilirken, Yugoslavya’da sosyalist modernizmin ve bağımsızlık vurgusunun temsilcisi oluyor.
Her iki bağlamda da iletişim yapıları modernleşme projelerinin anıtsal yüzü oluyor; farklı ideolojiler, aynı işlevi farklı biçimlerle mekâna taşıyor.
İletişim yapıları, iki ülkede de devletin halka kendini anlatma biçimi oluyor. Türkiye’de Cumhuriyet’in medeniyet iddiası Selçuklu ve Osmanlı’dan gelen motiflerle harmanlanıyor. Yugoslavya’da sosyalist modernizmin fütüristik dili, federatif yapının ve bağımsızlığın simgesine dönüşüyor.
Mimarlık, burada yalnızca estetik bir uğraş değil; ideolojik, kültürel ve teknolojik bir anlatım aracına dönüşüyor. Postaneler, telefon santralleri ve telekom kuleleri, birer kamusal hizmet mekânı olmanın ötesinde devletlerin hikâyelerini anlatan taş, beton ve çelikten anıtlar haline geliyor.