No products in the cart.
“Şurada ne hatıralar yaşandı be…”
Bu cümle, artık yalnızca bir nostalji ifadesi değil. Şehirle kurduğumuz duygusal bağların sosyal medyada görünürleştiği çağda, İstanbul’un kamusal mekânları birer hatıra vitrinine dönüşüyor.
Bir süredir şunu fark ediyorum: İstanbul’da yürürken fiziksel olarak hareket etmekten çok, insanların bıraktığı duygusal izlerin içinde dolaşıyorum. Bu duygular yalnızca o sokaklarda değil; Tweetlerde, Instagram hikâyelerinde, TikTok videolarında yaşıyor. Artık bir park, yalnızca bir park değil. Bir bank, yalnızca oturulacak bir nesne değil. O bankta biri âşık oldu, biri terk edildi, biri üniversiteye kabul haberini aldı. Ve bu anılar, anonim kalmıyor; paylaşılıyor, çoğaltılıyor, yorumlanıyor.
Kamusal alan, bu yeni anlatılar sayesinde hem görünür hâle geliyor hem de kişiselleştiriliyor. Balat’ta “eski İstanbul dokusu”nu çekmeye çalışan biriyle, Moda’da “ilk gençliğini özleyen” birinin hikâyesi aynı platformda yan yana geliyor. Hepimiz, bir şekilde şehri anlatıyoruz — ama bu anlatı kime ait, bunu çok da sorgulamıyoruz.
Bazı semtlerin neden bu kadar çok “hikâyeye” sahip olduğunu düşünün: Çünkü anlatı üretmeye müsaitler. Çünkü görsel olarak “anlamlı”lar. Ve çünkü artık o anlatılar da bir tür değer taşıyor.
Bir sokak Instagram’da daha çok beğeni alıyorsa, bir mekânda çekilen video TikTok’ta viral olduysa, orası sadece fiziksel bir alan olmaktan çıkıyor. Hatıraların dolaşıma girmesi, o mekânın değerini de etkiliyor. Bir zamanlar sadece bir park olan yer, şimdi nostalji arayanlar için “hissiyatlı bir sahne”ye dönüşüyor.
Bu noktada bireysel hatıraların toplumsal dolaşıma girerken birer temsil aracına dönüştüğünü görüyoruz. Kimi zaman samimi, kimi zaman performatif; ama çoğunlukla “paylaşılabilir” olması ön planda.
Şehir zaten geçmişten gelen bir hafıza taşıyor. Ancak sosyal medya, bu hafızanın üzerine yeni bir katman ekliyor. O katmanda, bireysel anılar kamusal görünürlüğe kavuşuyor.
Bir arkadaşım geçen gün şöyle dedi:
“Bu duvarın önünden her geçişimde, o ayrılığı hatırlıyorum.”
Duvar orada, ama ayrılığı bilen sadece o. Ya da artık değil.
Bu hikâyeler sosyal medyada paylaşıldıkça kişisel olan, kolektif hâle geliyor. Bir mahalle sadece fiziksel bir mekân değil, artık herkesin “kendi hikâyesini yüklediği” bir bulut belleğe dönüşüyor.
Ve bazen, bu bellek yüklenmesi bir gerilimi de beraberinde getiriyor. “Benim mahallem” diyenin sesine, “Biz daha önce buradaydık” diyen bir başkaları karışıyor. Hatıralar çakışıyor, anlatılar çatışıyor.
İronik olan, anlatıların sabit kaldığı ama şehrin değiştiği gerçeği.
“İlk öpüştüğümüz sokak” artık bir otopark olabilir.
“Dedemle çay içtiğimiz kahve” zincir kafeye dönüşüp adını kaybetmiş olabilir.
Ama o anılar, Twitter arşivinde, Instagram’da bir story”e, ya da bir Reels videosunda yaşamaya devam ediyor.
Ve bu da bizi şu soruya getiriyor:
Anının değeri, mekânla birlikte mi var olur; yoksa anlatıyla birlikte mi süreklilik kazanır?
Belki de artık şöyle demeliyiz: Anı, mekândan kopsa bile anlatı devam eder.
Anlatı varsa, şehir unutmaz.
Bugün şehirle bağ kurmak, yalnızca orada olmakla değil; onu anlatmakla mümkün.
Ve her anlatı, biraz daha fazla görünürlük, biraz daha fazla sahiplenme duygusu yaratıyor.
Belki de bu yüzden bir sokağa defalarca uğruyoruz:
Sadece yürümek için değil, hikâyemizi tamamlamak için.
İstanbul bu anlamda bir kent olmaktan çok, yaşayan bir anlatı arşivi gibi.
Kimin nerede ne yaşadığı kadar, kimin neyi anlattığı da önemli artık.
Ve bu anlatılar sayesinde şehir; bazen bizim, bazen başkasının ama her zaman birilerinin hâlâ hatırladığı yer olmaya devam ediyor.