No products in the cart.
İstanbul, yalnızca bir şehir değil, aynı zamanda bir hafıza mekânıdır. Her köşesinde üst üste binen dönemler, birbirinin üzerine yazılmış hikâyeler ve kimi zaman tamamen silinmiş izler saklar. Bu yüzden İstanbul’u anlamak, onun katmanlarını okumakla mümkündür. Ancak bu katmanlar, yalnızca tarihsel süreklilikten ibaret değildir; aynı zamanda unutma pratikleriyle de şekillenir.
Bir başka deyişle, İstanbul hem hatırlatan hem de unutturan bir şehirdir.
Boğazın kıyısından surların içlerine, Galata sırtlarından Üsküdar tepelerine kadar şehir, farklı zamanların coğrafi izlerini taşır. Roma’nın hipodromu, Bizans’ın sur kapıları, Osmanlı’nın hanları, Cumhuriyet’in apartmanları… Hepsi bugün hâlâ İstanbul’da bulunabilir, ama çoğu zaman görünmezleşmiş bir biçimde.
Bir apartmanın zemininde fark edilmeyen mermer bir sütun, Karaköy’de bir dükkânın bodrumunda kalmış Bizans duvarı ya da Yenikapı’da metro kazılarında ortaya çıkan batıklar… İstanbul’un her köşesinde bir arkeolojik süreksizlik vardır. Kent sürekli kendini yeniden üretirken, geçmişin katmanlarını kısmen korur, kısmen siler.
Peki İstanbul bize neleri hatırlatıyor?
İstanbul’da hatırlamak, çoğu zaman bir süreçtir: Bir yeri görmek, dokunmak, orada bulunmak, geçmişin izini canlı tutar.
Ama aynı zamanda İstanbul, unutmanın da şehridir.
Bu anlamda İstanbul, belki de dünyanın en dramatik “hafıza kayıplarından” birini yaşayan şehirlerden biridir.
Unutma ve hatırlama süreçleri yalnızca doğal bir akış değildir; aynı zamanda bir iktidar meselesidir.
İstanbul’da bellek çoğu zaman politik kararların sonucudur. Prost’un 1930’lardaki planından bugünün mega projelerine kadar, her dönemde bir “resmî hatırlama” ve “resmî unutma” stratejisi vardır.
Yine de İstanbul’da geçmişi koruyan sessiz tanıklar vardır.
Bu küçük, çoğu zaman gözden kaçan mekânlar, İstanbul’un “mikro belleğini” oluşturur. Büyük projelerle unutturulan şeyler, bazen gündelik hayatın içindeki küçük detaylarla hatırlanır.
İlginç bir biçimde, İstanbul’da unutmanın da bir estetiği vardır. Yıkıntılar, boş arsalar, terk edilmiş fabrikalar, duvarlardaki eski boya katmanları… Hepsi aslında şehri bir “palimpsest”e çevirir. Yaz-boz tahtası gibi, eski yazılar silinir ama izleri kalır.
Bugün bir binanın cephesinde görülen farklı boya katmanları, yalnızca estetik bir iz değildir; o yapının geçirdiği dönüşümlerin bir kaydıdır. Bu yüzden İstanbul’da unutmak da aslında tam anlamıyla silmek değil, başka bir katman yaratmaktır.
Peki İstanbul’u anlamak için nasıl bir yol izlenmeli?
İstanbul’u yalnızca tarihî anıtlar üzerinden okumak eksik olur. Çünkü bu şehir, hem hafızanın direnci hem de unutmanın gücü ile var olur. Yıkımlar, yeniden inşalar, dönüşümler ve sessiz izler… Hepsi birlikte İstanbul’u “katmanlar şehri” yapar.
Sonuçta İstanbul’da yaşamak, bir anlamda kendi hafızamızla da hesaplaşmaktır. Her sokakta bir iz buluruz, her yeni inşada bir kayıp yaşarız. Şehir bize sürekli şunu hatırlatır: Hatırlamak kadar unutmak da insanîdir; İstanbul da bu ikisinin en dramatik sahnesidir.