No products in the cart.
Osmanlı’da mimarlık yüzyıllar boyunca daha çok bir taş ustalığı olarak yaşadı. Kendini kelimelerle değil, yapılarla ifade etti. Çünkü mimar, yaptığıyla konuşur; anlatmaz, inşa ederdi. Ama 19. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte bu sessizlik kırılmaya başladı. Dünya değişiyordu ve Osmanlı da bu değişime kayıtsız kalamazdı. Artık mimarlık yalnızca taşla değil, kelimeyle de kurulan bir şeye dönüşüyordu.
Bu inşa süreciyle birlikte yalnızca camiler, çeşmeler, türbeler değil; onların nasıl anlatılması gerektiği de yeniden düşünülüyor. Çünkü artık mimarlık bir yapma eyleminden çok daha fazlası: bir temsil biçimi. Bu temsilin en dikkat çekici örneklerinden biri ise 1873 yılında yayımlanan Usûl-i Mi‘mârî-i Osmânî adlı kitap.
Bu kitap yalnızca bir mimari albüm değil. Aynı zamanda Osmanlı’nın kendi geçmişine, estetik anlayışına ve Batı’ya nasıl görünmek istediğine dair yazılı bir öneri. Yazarken bir dönemi anlatıyor ama yazdığıyla da o dönemi şekillendiriyor.
Usûl-i Mi‘mârî-i Osmânî, 1873 Viyana Uluslararası Sergisi için hazırlanıyor. Ama bu fikir birkaç yıl öncesine, 1867’deki Paris Evrensel Sergisi’ne uzanıyor. O yıl Sultan Abdülaziz, Avrupa’yı ziyaret eden ilk Osmanlı padişahı oluyor. Paris, Londra, Viyana gibi başkentleri geziyor. Bu seyahat, sadece diplomatik değil, aynı zamanda kültürel bir karşılaşma. Batı’nın bilimle, sanatla, endüstriyle ördüğü modern dünyasına içeriden bakmak, Osmanlı’nın da kendini bu yeni düzende nasıl sunacağını sorgulamasına neden oluyor. Bununla birlikte içe kapalı ve oryantalist yaşamıyla merak konusu olan Osmanlı kültürü de Batı’da oldukça ilgi çekiyor. İlk kez Avrupa topraklarına gezi amacıyla gelen bir Osmanlı padişahını görmek isteyenler adeta sıraya giriyor.
Paris’teki sergiden alınan ilhamla, Viyana için daha derli toplu, görselliği yüksek, çok dilli bir mimari sunum hazırlanıyor. İşte bu sunumun metne dökülmüş hali: Usûl-i Mi‘mârî-i Osmânî. Osmanlıca, Fransızca ve Almanca olarak yayımlanıyor. Yazıların arkasında ise dönemin önemli isimleri var: İbrahim Edhem Paşa, Bogos Şaşıyan, Marie de Launay…
Amaç net: Osmanlı’nın mimarlığını sadece egzotik ya da tarihsel bir kalıntı gibi sunmak değil; onun da bir “usûl”ü, bir kuramı ve bir geçmişi olduğunu göstermek.
Osmanlı mimarlığı üzerine bugüne kadar çok şey yazıldı ve yazılmaya da devam edecek ama Usûl-i Mi‘mârî-i Osmânî’nin farkı, o dönemde, mimarlığı bir üretim biçimi olmaktan çıkarıp bir anlatı biçimine dönüştürmesi. Mimarlık burada bir anlatı halini alıyor; söz ve çizim arasında bir köprü kuruluyor. Retorik olarak da güçlü bir metin: ikna etmek istiyor, idealize ediyor, nostaljiyle şekillendiriyor.
Kitapta anlatılan yapılar –Yeşil Cami, Selimiye, Üçüncü Ahmed Çeşmesi gibi– birer estetik örnek olmaktan çok daha fazlası. Her biri, Osmanlı’nın “mimari ruhunu” temsil eden bir arketip gibi sunuluyor. Özellikle sütun düzenlerine dair sınıflandırmalar (Mahrûtî, Müstevî, Mücevherî) bu niyetin en belirgin yansımalarından.
Daha önce Mimar Sinan gibi mimarların ağzından kaleme alınan risaleler bulunsa da, bunlar çoğunlukla biyografik ya da mesleki anlatılardı. Usûl-i Mi‘mârî-i Osmânî ise hem görsellerle desteklenmiş hem de kurumsal bir yapı içinde hazırlanmış olmasıyla, modern anlamda Osmanlı’nın ilk mimarlık tarihi kitabı olarak kabul edilebilir. Mimarlığı yalnızca inşa süreciyle değil, temsiliyet ve kuramsal çerçevesiyle birlikte ele alması, onu daha önceki metinlerden kesin olarak ayırır.
Bu kitabı yalnızca bir katalog, bir sergi ürünü olarak görmek eksik kalır. Usûl-i Mi‘mârî-i Osmânî, Osmanlı’nın modernleşme sürecinde, gelenekle bağ kurarak bir gelecek inşa etme çabasının parçası. Tanzimat’la birlikte devlet, mimarlık üzerinden bir ulus imajı oluşturmak istiyor. Bu bağlamda kitap, sadece geçmişi anlatan değil; geleceğe mimarlık üzerinden yön veren bir temsil aracına dönüşüyor.
Bugün bu kitaba dönüp baktığımızda, onu yalnızca tarihsel bir belge olarak değil, mimarlığın sözle nasıl kurulduğunu gösteren güçlü bir örnek olarak da okumalıyız. Her satırıyla bir cephe çizen, her betimlemesiyle bir taş koyan bu metin, mimarlığın yalnızca mekân değil, aynı zamanda anlam kurma biçimi olduğunu hatırlatıyor.