No products in the cart.
Kentler, tarih boyunca sürekli bir dönüşüm içinde oldu. Ancak son yıllarda Türkiye’de, özellikle de İstanbul gibi büyük metropollerde yaşanan kentsel dönüşüm süreçleri, bu dönüşümün hızını ve karakterini değiştirdi. Artık bir kentin değişimi, zamanla değil, müteahhitlik takvimleriyle ölçülüyor. Hafızanın yerini acele, onarımın yerini yıkım aldı. Bu yazı, mimarlık pratiği ve kent belleği üzerinden, bugünün dönüşüm anlayışına eleştirel bir bakış sunmayı amaçlıyor.
Mekân, yalnızca fiziksel bir varlık değil; aynı zamanda toplumsal belleğin taşıyıcısıdır. Bir apartman girişi, bir sokak köşesi, yıllar boyunca oradan geçenlerin ayak izlerini, bakışlarını, hikâyelerini biriktirir. Maurice Halbwachs’ın kolektif hafıza kavramı, bireysel hatırlamanın aslında ne kadar toplumsal ve mekânsal olduğunu gösterir. Bu yüzden bir yapının yıkılması, sadece bir fiziksel objenin ortadan kalkması değil, aynı zamanda bir anlatının silinmesidir.
Kentsel dönüşüm projelerinde sıklıkla gözden kaçan tam da budur: anlatılar. Bir mahallenin fiziksel niteliği kadar, orada geçen zamanlar, tanıklıklar, gündelik ritüeller de önemlidir. Ama bu tür anlatılar planda görünmez, maliyet çizelgesinde yer bulmaz, ihale şartnamesine yazılmaz. Oysa dönüşüm yalnızca yapıyı değil, o yapının çevresindeki ilişki ağlarını, ritüelleri, aidiyet duygusunu da dönüştürür.
Bugün şehirlerin çehresi hızla değişiyor ama bu değişim, çoğunlukla belleksizleşme pahasına gerçekleşiyor. Cam cepheli, güvenlikli siteler bir dönemin konut anlayışını simgeliyor olabilir. Ancak aynı zamanda mahallenin, komşuluğun, spontane karşılaşmaların, sokakta oyunun da ortadan kalkmasına neden oluyor. Bu yeni yapılaşmalar, geçmişle bağ kurmak yerine, onu silmeyi tercih ediyor.
Kentsel dönüşümün yarattığı en belirgin duygulardan biri yabancılaşma. Aynı sokakta oturmaya devam eden bir kişi, bir sabah yeni bitmiş bir yapıyla karşılaştığında, oraya ait olmadığı hissine kapılabiliyor. Çünkü sadece yapı değişmemiştir; yön, yükseklik, malzeme, hatta ışık bile farklılaşmıştır. Eski binanın gölgesiyle büyümüş bir çocuğun belleği, yeni yapının cephesine çarptığında karşılıksız kalır.
Mimarlık, burada bir kırılma noktası yaşar. Tasarım sadece estetik ve işlev değil, aynı zamanda temsil ettiği anlamlar bütünüyle de değerlendirilmelidir. Ancak günümüz projelerinde bu katman çoğunlukla ihmal edilir. Tasarım, giderek bir pazarlama stratejisine; cephe, bir imaj unsuruna dönüşür. Mimarlık, kullanıcıyı dinlemek yerine yatırımcının ihtiyaçlarına kulak kabartır.
Kent planlamasında “görünürlük” çağının gerekleri, derinlikli bir belleği dışlar. Gösterişli cepheler, sonsuz cam yüzeyler, homojen peyzajlar… Hepsi bir bütünlük yaratmaktan çok, kent mekânını sterilize etme çabasının izlerini taşır. Bellek ise steril ortamda barınamaz; katman, iz, hata ve kusur ister.
Sulukule, Tarlabaşı, Fikirtepe gibi örnekler bu hafıza yitimini bariz şekilde ortaya koyar. Bir zamanlar gündelik hayatın içinde gelişen ilişkiler, kentsel dönüşümle yerinden edilir. Yeni projeler, sadece eski yapıları değil, oradaki gündelik pratikleri de yok sayar. Kente dair tanışıklık hali, yerini geçiciliğe bırakır. Bu da kimliksiz kent parçaları üretir.
Bu dönüşüm sürecinin bir diğer tehlikesi de, “yeni olanın iyi olduğuna” dair sorgulanmayan kabuldür. Oysa her yeni yapı, beraberinde bir yitim de taşır. Bu yitim görünmezleştikçe, kent ile kurduğumuz duygusal bağ zayıflar. Kent sadece yaşadığımız değil, aidiyet kurduğumuz bir yer olmaktan çıkar.
Mimarlığın bu noktada taşıdığı sorumluluk büyüktür. Her tasarım kararı, bir anlatıyı sürdürme ya da silme potansiyeli taşır. Bu yüzden mimar, yalnızca yeni bir yapı üretmekle değil, aynı zamanda kentin belleğini sürdürmekle de yükümlüdür. Bazen en doğru müdahale, hiçbir müdahale olmayabilir. Bazen bir yapıyı yıkmak yerine, ona başka bir anlam katmak gerekir.
Sonuç olarak, kentsel dönüşüm elbette ki gereklidir; depreme karşı dayanıklılık, altyapı sorunlarının çözümü, yaşam kalitesinin artırılması gibi pek çok meşru nedeni vardır. Ancak bu dönüşüm, yalnızca teknik değil, aynı zamanda kültürel ve duygusal bir meseledir. Ve bu nedenle, yalnızca mühendislik değil, mimarlık ve insan hikâyeleriyle birlikte düşünülmelidir.
Kent, sadece içinde yaşadığımız bir fiziksel alan değil; aynı zamanda hatırladığımız, hissettiğimiz, özlediğimiz bir şeydir. Ve bu yüzden, kente dokunurken, onun belleğine de saygı göstermek gerekir. Aksi takdirde, kentler dönüşürken biz yerimizde sayarız — hatta eksiliriz.